eskiden



chicago bulls'un chicago bulls olduğu zamanlardı, sabahın dördünde kalkar, jordan'ın postacı karl malone'a karşı bir şampiyonluk daha kazanmasını izlerdik. manchester'de andy cole vardı, chelsea'de zola, kolombiyalı asprillayı çok severdik bir de. deliler gibi unforgiven dinlerdik, fade in black dinlerdik. ne galatasaray uefa kupasını almıştı, ne de fenerbahçe alıp başını gitmişti. çirkin kızlara aşık olur, aşk acısı çekerdik. aşk denilen şeyin cinsellikle bozulacağını düşünür, ergenliğe yeni yeni girdiğimiz o dönemde bunun ikilemini yaşardık. okula gitmek angaryaydı; sabahları kalkmak, otobüslere binmek, ders çalışmak, ceket-kumaş pantolon giymek zorunda olmak... sık sık okuldan kaçar banliyo ile kadıköye giderdik, ve her seferki fix tarifeyi uygulardık: akmar önünden çekme kaset alınır, kristal büfede döner-ekmek yenir, zaman varsa vapura binilir karşıya eminönüne geçilir. tahtakalede çeşit çeşit elektronik eşya satılırdı, akmar ise daha kitapçılarla dolmamıştı. o tarihlerde bir akustik gitar aldırmıştım babama: prince marka siyah bir akustik gitar. heen grubumuzu kurmuştuk, hayallerimizi de; metallica şarkıları çalarak ünlü olacaktık. grubumuzun ismi balgamica'ydı, o kadar çocuksu, o kadar samimi. sırtımızda gitar gebzede gezerken büyük tehlike altında olurduk, daha o zamanlar gebze evrimini geçirmemiş, çakma alternolarla dolmamıştı. rock dinleyen herkes kardeşimizdi. dünya üzerimize gelirdi, dünya bizim etrafımızda dönerdi, dünya bizi hiç sevmezdi.

şimdi bakılınca o günlerin ne kadar güzel, ne kadar farklı olduğunu düşünüyorum. etrafınızdaki değişik yaşlarda herkesden duymuşsunuzdur, insan hep şunu düşünme eğilimindedir: "benim çocukluğumda dünya ne güzelmiş". dünya değil aslında güzel olan, çocukluk. insan çok sonra farkediyor

0 yorum: